15 Nisan 2012 Pazar

Daktilonun Defansı Olmaz!



Büyük komedi, "Telegol" yayın hayatına bütün hızıyla devam ediyor. Her hafta ısıtarak, yalan yanlış şeyleri haber diye koyuyorlar önümüze. Sonra "sarı basın kartı ne işe yarıyor otobüse bedava binmekten başka?" diye soruyorlar, gazeteci olduklarını iddia ederek. Bu konuda yazmayı ne kadar istemesem de, ne iş yaptığını öğrenemediğim Kaya bey ve Erman beylerin komplo teorileri üzerine bir şeyler karalamak gereği hissettim yine. Öyle ya her hafta aynı orta oyununu, tekrar izlettiriyorlar bize. Kendi davaları gibi sahipleniyorlar şike davasını. Sanırsın birbirlerinden nefret eden iki kardeşin miras davasında taraflar. Ortada "milyon dolarlar" var sanki(!), nasıl mücadele veriyorlar delil bulmak, adam asmak için. Şu dava sonuçlandıktan sonra ne yapacaklar bilmiyorum. Hayır konuşacak başka bir şeyleri olmadığı için, ne yapacaklarını merak ediyorum.

Gerçi her kanalda aynı tiyatro yok mu? Kendine gazeteci diyen şaklabanlar, herkesin konuştuğu şike davasından bir çatal almak için, spor programlarına katılmıyorlar mı? Saçlarında jöleyle, "plaza" çocukları, tarihinde yüzlerce efsane olan koca bir çınara çamur atıyor, gazetecilik adına. Ustanın iki yazısını paylaşmak istiyorum burada. İlki Milliyet gazetesinde yayınlanan "Namık Sevik'i Yeniden Anarken" başlıklı yazısı. Şöyle diyor usta;

" Türk spor basını dün Ümraniye Çakaldağı mezarlığında Namık Seviksizliğin 14. yıldönümüne gönül ve yürek bastı. Ümraniye Çakaldağı mezarlığı Namık ağabeyi defnettiğimiz ilk gün yani 14 yıl önce böyle değildi. Bir yemyeşil cennet ve göğü bir oksijen deposu idi. Ne etrafta İstanbul'un yükseklerinde yeni yeni dolanan yılankavi otobanlar vardı, ne yeni holding azmanları, ne de üstüne kat be kat çıkılmış apartmanlar... 14 yıl önce bol oksijen alınan ve cirit atılan yeşilliklerde, şimdi kımıldamak için milim yer yok. Ümraniye tüm doğası yeşili ve oksijeni ile kirlenmiş, sıkışmış, o temiz varoş yerine hepimizin bildiği İstanbul'a bırakmış.
Tıpkı holdinglerin sayılamaz katlarına inmiş çıkmış Bağcılar ve Güneşli'de konaklamış yeni gazete adresleri gibi... Her şeyi ile kurumuş, nefes almaz dostluk bilmez her organı ile makinaya teslim olmuş o insanlara nasıl gazeteci dersiniz. O makinaların önünde devamlı oturan, o hava diye sıkıştırılmış suni oksijen alan, o otomobilin içinde hiç düşünmeden olaya giden, o hiçbir şeyi duymadan hissetmeden deklanşöre basan işçiye nasıl gazete muhabiri veya fotomuhabiri dersiniz. Bu kadar insanın dışında yaşayan, olayın uzağında çöreklenmiş gazeteler, yığınla stajyer ordusuyla, başsız lidersiz iyi antrenörden yoksun kalabalığı ile nasıl Cağaloğlu'daki kaliteyi ve tirajı yakalayacak?
Cağaloğlu'ndaki simitle gününü geçirmek bile holdinglerde yenen lüks öğle yemeklerinden daha verimli bir gazeteci tokluğu idi. Cağaloğlu'ndaki masasına bir daktilo yerleştirilmiş tek odası bile holdiglerin cıvıl cıvıl insanlı odalarından salonlarından daha çok gazeteci avazı taşırdı. Cağaloğlu'nda kırık bir masada yazılan bir haber, Güneşli veya Bağcılar'da çıkan bir gazeteden daha değerliydi. Namık Sevik'in altın spor kadrosundan son pırlanta Kahraman Bapçum ağabeyimiz geçenlerde yazdığı bir yazı ile holding gazeteciliğine veda ederek kendi dünyevi köşesine çekildi.
Ne zamanı geri kuran bir saat var, ne yılları geriye doğru şişiren bir garip takvim. Onun için geçmişin tekrar hal olması mümkün değil. Eski gazeteciliği eski Nuruosmaniye'yi ve Namık Sevik'in spor gazeteciliğini özleyenler artık sadece arşivlere bakabilirler, sadece.
Ne o gazetecilik heyecanı var, ne o meslek ilkeleri ve geleneği var, ne de o ağabey kardeşlik ilişkisi var. O eskilerde başka iş yapmayan gazete patronu artık bin kollu ahtopot. Her taşın altından bir tüccar şeklinde çıkıyor. Artık işverenle birlikte tüm gazetecilikten geçinme ve başka iş yapmama perhizi tarihe karışmıştır. Devletçiliği yavaş yavaş bırakan Türkiye bir devlet itibarı olan gazeteciliği şimdilerde ayrıcalıklı bir meslek olmaktan çıkarıp alalede bir vatandaş işi yapmıştır.
Sarı basın kartı imtiyazının ruhunu önce gazeteleri holdingleştiren sermaye bozdu. Şimdi o imtiyazları devletten çıkıp özel sektör olan kurumlar bir bir kaldırıyor gazeteciliğin üzerinden... Eski Bab - ı Ali'yi özleyenler, Namık Sevik gazeteciliğine iç geçirenler eski dönemin geri gelmesini bekleyenler, hiçbir şeyi beklemesinler."

Sadece ölümlerini beklesinler...


Okuduktan sonra bakın bakalım şu resimlere. Bunlar şuanda insanların inanarak izlediği kendine gazeteci diyen şaklabanlar.






Evet, bu adamlara inanıp "şunlar şöyle şöyle dedi yeaa, şike var lan kesin" diyen insanlar büyük bir çoğunlukta. Erman ve Kaya beylerden zerre haz etmem. Hatta ikisini görmek bile, ağır bir beyin hasarı yaratıyor bende. Rasim beylerinde onlardan aşağıya kalır yanı yok yani. Nasıl buralara geldi, Allah'ını seven anlatsın bana. Gökmen Özdenak ise, neyse.

Tek üzüntüm Kaptan Ziya ağabeye. Bütün bu olaylar arasında sıkıştı kaldı. Ne yapacağını bilemez hale geldi. Aslında kendisine yakışan, bu spor programını biran önce bırakıp, gazetede yazmaya devam etmekti.

Serhat Ulueren olayına girmek dahi istemiyorum. Herkes bilir onu nasıl olsa.

Ustanın ikinci yazısını tek tek postalamak lazım bunlara. Anlarlarsa...

Daktilonun Defansı Olmaz Milliyet 14.08.1986

" Üç yıl sonra Ali Sami Yen rezilhanesinden, Yen Sami Ali Bey kaşanesine... Ellerine sağlık, devlet baba eli, İstanbul'un çalışkan bölge neferi...

Tribünler, tuvaletler, soyunma odaları, hakem kafesleri pırıl pırıl... Deterjan dök, sonra eğil de yala.

Saha mı, zemin mi? Yeşili-simmo... İtalyanca "simmo"yu bir yeminli mütercim bürosuna 100 kağıdı verip Türkçeye tornistan ederseniz, yeşiller yeşili...
Beyaz insanlar kentinde bir çöl sıcağı, bir Afrika sıcağı... Başka ne kadar "sıcağın da sıcağı" varsa, o termometrelerdeki bir sıcak işte... İstanbul sanki ölmüş de, cehenneme girmiş...

Sizlerin gözlerinizin ne kadar hassas olduğunu, o hassas gözlerinize ne kadar hassasiyet gösterdiğinizi bilmiyorum...
Fakat ben düne kadar, dünkü Fenerbahçe-Galatasaray maçına kadar, gözlerimin futbol karşısındaki bakireliğini korudum.
Bakirelik sizlere ömür artık... Gitti gider... "Dönülmez akşamın ufkunda vakit çok geç" diyen biraderim Nihavent'le...
Ne yaparsın, 80 yıl görülen, seyredilen, Türk Romeo Juliet'ini nasıl "es" geçersin, nasıl "pas" dersin?..
Denecek şudur Türkiye'de...
Galatasaray karasevdası -bir daha aynısı- Fenerbahçe karasevdası tek iflas etmeyecek sevgi şirketidir.

40 yıllık Babıali yokuşu, 40 yıl sonra ad değiştirip, anlaşılan Meşhedi yokuşu oldu.
Ben siftah yaptım. Dün seyrettiğim Galatasaray, Galatasaray'ı Almanya'da seyredip de, "Bu Galatasaray tüm Almanya'yı ayağa kaldırdı" diyen kalemlerle aynı kalem değilim. Galatasaray Alman Milli Marşı değil ki, neden Almanya'da herkesi ayağa kaldırsın?
Aynı şey Fenerbahçe için de uyar. Fenerbahçe'yi mevsim başı provalarında, "Kendisi gitti, forması kaldı yadigar" şeklinde tenkit yadları gönderenler de, Sarı Lacivertli ekipten önce kendi kafalarına basmalıdırlar.
2-0'dan sonra Fenerbahçe, maçı 5-0 yapsa idi; Türkiye'nin en büyüğü mü olacaktı? Yahut maçı 2-0'dan 2-2'ye getiren Galatasaray, gösterdiği başarıyı, başarı olarak biraz daha uzatıp maçı 4-2 kazansa idi, Fenerbahçe'nin apoletlerini söküp Galatasaray'a mı takacaktık?

Türkiye'de en tehlikeli şey, futbolda günün içinden çıkıp, yarınlara ait olmamışlara isim bulma merakı ve hastalığıdır.

Bu hastalık dünkü maçta olmayan penaltı sarılığına yakalanan hakemin hastalığı kadar tehlikelidir. Çünkü, hakem hataları nasıl hiçbir merci tarafından tashih edilemezse, daktilodan çıkan yazıyı da, "bin pardon" deyip geri çekemezsiniz.

Daktilonun defansı olmaz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder